Posts

Düşünüyorum, demek ki karantinadayım!

Image
Türkçede “Allah’ın sopası yok” diye bir laf var, bayılıyorum. (İnanışlarımıza göre evren de diyebiliriz.) Evren bize ne kadar güzel bir ders verdi değil mi? Yıllardır uyarıyordu. H â lâ anlamadığımızı görünce şöyle dedi herhalde: Tamam o zaman, hayvanlarda kalması gereken bir virüsü sizin üzerinize salayım ve  doğanın dengesini nasıl bozduğunuzu anlayın! Koronavirüs neden insanlara geçti? Evde ekmek yapmayı öğrenelim, kaçırdığımız filmleri seyredelim, daha fazla kitap okuyalım, birbirimize daha fazla komik video gönderelim diye mi? İnşallah öyle değildir.  Eşlerle, çocuklarla ilişkilerimizi ve en önemlisi de kendimizle olan ilişkimizi yeniden gözden geçirelim diye mi?  Bu güzel bir neden olabilirdi aslında... Bütün bunların ekolojik sistemin dengesini bozduğumuz için başımıza geldiğini herkes anlamış değil. Şu anda bu virüs’ü yenmiş olsak ve hadi çıkın serbestsiniz deseler, daha birkaç haftaya kalmadan aynı yere döneriz  :  İlaçlama yap, öldür doğadaki canlıları. İç pet siş

Erguvanların dili olsa...

Image
Tam 17 yıldır aynı apartmanda oturuyorum. Lucy’ye hamileyken taşınmıştık.  Evimi sevmemin çok nedeni var. Ama her bahar neden bu evden bir türlü taşınamadığımı daha iyi anlıyorum. Birisi salonumun, diğeri yatak odamın önünde iki tane erguvan ağacı var. Bunun değerini ancak İstanbul’da doğmuş ve 29 yaşına kadar İstanbul’da yaşamış bir kadın anlayabilir. O kadın ben olduğum için çok şanslıyım.  Biz her sene Paskalya tatilinde İstanbul’a gideriz. Oradaki boğaz manzaralı erguvanlara merhaba deriz. Ben buna hep çok mutlu olurum. Ama, aklım her seferinde biraz Paris’te kalır, evimin önündeki erguvanları da özlerim. Çünkü biz döndüğümüzde mutlaka bir şiddetli yağmur yağmış ve çiçeklerin yarısını yere dökmüş olur.  Bu sene değişik bir bahar var Paris’te. Bütün kış dallarında tomurcuklar taaa şubat ayından beri var, martta bütün çiçekler açtı bile. Bügün 10 nisan, bizim erguvanlar şimdiden dünya güzeli! Normalinden bir ay önce açt ı   ç icekler. Bu sene sadece küresel ısınma deği

Zeyno...

Image
Sima uzun zamandır “seni mutlaka Zeynep’le tanıştırmalıyım, çok seveceksin” diyordu. Birkaç defa açılış, konser, vb yerlere beraber gitmek için niyetlendik. Ama son anda hep bir şey çıktı, olmadı. Bir sene geçti, biz Zeynep’le bir türlü tanışamadık... Bir akşam üstü Paris’te bir kitapçıda Mine Kırıkkanat’ın imza günü vardı(14/04/2010). Niyetim, biraz kalıp, birkaç kitap imzalatıp çıkmaktı. Ben akşam yemeğini evde yemeyi düşünürken eve döndüğümde saat 2.00’ye geliyordu. O akşam çok renkli ve sevimli insanlarla tanıştım. Bunlardan bir tanesi ile uzun uzun sohbet ettik. Mehmet de yıllardır Paris’te yaşıyormuş, onun da eşi Fransızmış... Laf lafı açtı, benim çenem düştü... Bir ara durup bana baktı. “Bana bir arkadaşımı hatırlatıyorsun. Halin tavrın, konuşma şeklin aynı” dedi. O da yıllardır Paris’te yaşıyor, eşi Fransız. Tanıyorsundur belki? diye ekledi. Devam eden konuşmalardan anlaşıldı ki, bana benzettiği arkadaşı Zeynep. Hani şu bir türlü tanışamadığım Zeynep! Cep tele

Ben artık 50 yaşındayım duramam!

Image
Bundan otuz yıl önce İngiltere’de, Canterbury’den Türkiye’ye dönmek üzereyken Hilary birkaç ay daha onlarla beraber Henley’de kalmamı teklif etti. Onlarla geçirdiğim dört ay başka bir yazı konusu olacak kadar ilginç ve keyifliydi... Bir gün anlatırım... Şimdi başka bir şey anlatıcam. Orada da düzenli olarak yapmaya alışık olduğum, aerobik, step gibi bir aktivite yapmak istedim. Hilary beni arkadaşı Sheila ile tanıştırdı. Sheila haftada 3 farklı aktivite yapıyordu. Beni hepsine götürdü, deneme derslerine girdim. Sonra bir tanesini seçtim. Ama Sheila ile ilgili şaşkınlığım senelerce sürdü. Çünkü o 50 yaşındaydı(!) Saçlarını boyatmayan klasik İngiliz kadınlarından olduğu için de saçlarının rengi  gri/beyazdı. O zamanlar 20 yaşında olan ben, Sheila’yı hemen “yaşlı” kategorisine koyuvermiştim. Bu kadar şeyi nasıl bir arada yapıp yorulmadığını anlayamadım. Usturuplu bir şekilde kendine sorduğumda “ben artık 50 yaşındayım duramam!” diye ce