Ben küçükken…


Her şey biraz daha farklıydı eskiden...

Varlığını görgüsüzce sergilemek ayıptı. Yapanlara “sonradan görme” denir, çok ayıplanır, dalga geçilirdi.

Özel okullara servet ödemeden de iyi eğitim alınırdı. Okulumuz eve yakındı, küçücük yaşta sabahın köründe servise binmek zorunda kalmaz, mahalleden birinin ablasıyla beraber yürüyerek okula gidebilirdik.

Komşuluklar da başkaydı. Herkesin birbirini tanıdığı küçük apartmanlarda yaşardık. Çoluk çocuk görüşür, birlikte yemekler yer, güzel havalarda bahçede piknik yapardık. Akşam yemek yapan anne bir şeyin eksik olduğunu fark edince panik olmaz, komşudan hiç çekinmeden yumurta, limon, vs. isteyebilirdi.

Evlerde alarm yoktu. Bekçisiz apartmanlarda bahçe kapıları ardına kadar açık yaşardık. Güvenlikli sitelere henüz gerek duyulmuyordu.

Apartmanların büyük bahçeleri vardı. Ağaç tepelerine, damlara tırmanırdık maymun gibi.
Kertenkelelerin kuyruklarını keser, solucanları toplar cebimize koyardık.
Sahipleri hiç gelmeyen köşkün bahçesindeki süs havuzunda kurbağa larvalarıyla oynardık. Büyüyüp kurbağa olmalarını sadece biyoloji kitaplarından öğrenmez, kendi gözlerimizle takip ederdik. Sıcak havalarda “yanlışlıkla” pis havuza düşerdik.
Yine aynı köşkün bahçesindeki kara dut ağacının kapalı dallarının içine girer, çatlayana kadar kara dut yer, kıpkırmızı çıkardık.
Yan apartmanın bahçesindeki ağaçtan beyaz dut araklar, pencerenin önünde nöbet tutup, bizi yakalamayı iş edinmiş çizgili pijamalı amcayı deli ederdik.
Taze ceviz yemekten ellerimiz kınalı gibi olurdu. Erikleri, kayısıları daha olmasını beklemeden yer, tadına doyamazdık. Eve alınan olmuş meyvelerin yüzüne bile bakmazdık.

Bilgisayarımız, cep telefonumuz yoktu bizim. Hava kararana kadar sokakta oynar, kan ter ve çamur içinde eve dönerdik. Annelerimiz merak etmez, yemek hazır olunca balkondan Ayşeeeee, Mehmeeeeet diye çağırırlardı.
Doğru ya, balkonsuz ev de yoktu o zamanlar. Balkonda yemek yenir, çay içilir, balkondan balkona konuşulurdu.
Sokaklardan az araba geçerdi. Yolda yakar top, istop, ebecilik, en-dö-tura bir-iki-üç, ortada sıçan, hatta futbol bile oynardık. Takım eksik kalınca erkek kardeşim ve arkadaşları bizi de kadroya alırdı. Biz onları sek sek, lastik, ip atlama oyunlarımıza karıştırmazdık ama hep beraber kovboyculuk oynadığımız olurdu.
Rengarenk bilyelerimiz vardı... Misket oynar, bilye koleksiyonu yapardık.

Girişimciydik. Arka bahçede tiyatro sahneye koyar, defile yapar, apartman sakinlerine bilet keserdik. Eski Teksas, Tommiks kitaplarımızı satardık.

Hoplatıp zıplatan bir sürü oyun ve asansörsüz apartmanlar sayesinde yeterince kalori yaktığımız için obezite denilen hastalıktan bahsedilmezdi o yıllarda.
Belki, açık havada oynayan, ekran önünde saatler geçirmeyen çocuklar olduğumuz için psikoloğa gitmeye de gerek kalmadan büyüdük biz.

Sokak satıcıları günlük hayatın bir parçasıydı. Şimdikinden çok daha fazlaydı sayıları. Hoparlör de kullanmazlardı, fazla gürültü olmadığı için duyardık seslerini.
Mahir amca o güzel sesiyle “dondurma kaymaaaak...” diye bağırarak köşeyi dönünce biz de “Aaaannnneee” diye bağırıp para isterdik. Balkondan atılan 2,5 liramızı kaptığımız gibi koşardık beyazlar giymiş Mahir amcanın yanına...  
Yoğurtçu “Silivri kaymak” diyerek çıngırağını çalarak geçerdi.  Sokaktan, taze yoğurt alıp afiyetle yer, soğuk zinciri kırıldığı için zehirlenip ölmezdik.
Balıkçı Ali efendi “tazeler” diye bağırırdı... Gerçekten de balıklar o sabah denizden çıkmış olurdu.
“Süt mısır”dı bütün mısırlar. Aceleden ağzımızı yakarak yer, tuzlu koçanın suyunu emerdik.
Simitçi, elma şekerci, pamuk helvacı... hepsi sokağımızdan geçerdi.
Leblebi tozu vardı bir de. Yerken mutlaka boğazımıza kaçırır öksürürdük.
Bizim mahallenin macuncusunun şair tarafı da vardı. Macunu her çocuğa kafiyeli bir iki dizeyle beraber uzatırdı.
Kış gecelerinde bozacı geçerdi. “Boooozaaaa” sesini duyduğumuzda artık havalar soğumuş demekti.

Tam yağlı süt içerdik. Kapıcımız Hüseyin efendi Gebze’deki ineğinden aynı sabah sağdığı sütü getirirdi. Annem saatlerce kaynatır, kaymağını ayırırdı. Çıkan koca çanak kaymağı da balla yerdik.

“Organik mi?” diye sorulmazdı. Organik olmayan bir şey yoktu ki eskiden!

İstanbul’a daha fazla kar yağardı. Kocaman kardan adamlar yapıp, kızakla kayabileceğimiz kadar çok kar olurdu.

“Hiperaktif” çocuk da yoktu, “yaramaz” çocuk vardı. Onlar da sokakta yeterince enerji harcadıkları için evde fazla yaramazlık yapacak halleri kalmaz, akşam mışıl mışıl uyurdu.

Henüz Marmara denizi tertemizdi. İstanbul’dan bir saat uzaktaki yazlıklarda billur gibi denizde yüzerdik.
Balık çoktu. Bayramoğlu’nda plajda kocaman kefaller ayağımızın yanından geçerdi. Babalar balığa çıkıp kova kova balık tutardı. Midyeler henüz kirlenmemişti. Toplar, ateş yakar, deniz kenarında yerdik ya da annem kabuklu, soslu midye yapardı.
Ozon tabakası da delinmemişti henüz. Sabahtan akşama kadar deniz kenarında koruyucu kullanmadan kalırdık. Ne kırmızılaşır, ne de lekelerle dolardı cildimiz.
Yaz sonunda zenci gibi olurduk, mayo izimiz bütün kış kalırdı.

Televizyonda bir tek kanal vardı: TRT. Bütün Türkiye aynı anda, aynı programı izlerdi. Yayın akışı belli bir saatte biter, uykusu kaçan sohbet eder, kitap okurdu. İnternet, sosyal paylaşım siteleri ve cep telefonuna kilitlenmek yoktu.

Daha az oyuncağımız, daha az kıyafetimiz vardı. Ama olanın kıymetini bilir, mutlu olurduk...

Peçete, kart, kibrit koleksiyonu yapar, hatıra defteri tutardık. Yazılar “Sevgili arkadaşım” diye başlar, “Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma” ile biterdi(!)

Arabaların sayısı ve konforu daha azdı ama fazla trafik de olmazdı. Perişan olmadan bir yerden diğerine ulaşırdık.

Tabii her şey güllük gülistanlık değildi eskiden...
Mesela, bidon koleksiyonumuz vardı, çünkü haftada birkaç gün sular kesilirdi.
Evin her yerinde bir mum ve kibrit bulunurdu, çünkü sık sık elektrikler kesilirdi...
Olsun, o bile keyifliydi.

Çocukluğum eski bir aşk hikayesi gibiydi. Akılda sadece güzel anıların kaldığı, kötülerin ise unutulup gittiği bir hikâye...
Özetlemek gerekirse, ben küçükken her şey çok ama çok güzeldi!

Paris, 28/02/2011



Popular posts from this blog

Ildır'ın suçu ne?

Susarak anlaşmak…

Uslanma hiç hep deli kal!