Hindistan ve ben... İlk tanışmamız!
İlk Hindistan keşfim çok sevdiğim hocalarımdan
Benoit’nın düzenlediği bir yoga kampı ile oldu. Şubat’ta Hindistan’ın en yeşil
ve refah seviyesi en yüksek bölgesi olan Kerala’ya gittik.
Yoga ağırlıklı bir on gündü, fazla gezemedim. Ama
gözüme, gönlüme dokunanları, sevdiklerimi, hoşlanmadıklarımı, komik
bulduklarımı biraz anlatayım...
Herkes kamp yerine farklı zamanlarda vardı. Biz
Catherine’le beraber yolculuk ettik. Uzuuunnn bir yoldan sonra Kochi
havaalanına indik. İlk izlenim, yapış yapış bir sıcak ve değişik bir koku.
Hindistan kokuyor!
Gece saat 2.00, ölüyoruz yorgunluktan ama öyle hemen
çıkılmıyor dışarı! Bir sürü kağıt doldurduk, uzun uzun sıralar bekledik. Sıra
bize geldiğinde saat 3.00 olmuştu...
Çıkmadan biraz para bozdurmamız gerekiyordu.
Havaalanının içinde yan yana üç tane döviz bürosu var, o tarafa doğru
yürüyoruz. Ve bürolardaki çocuklar gülerek el sallıyor. İkimiz de dönüp
arkamıza baktık. Meğerse bize el sallıyorlarmış! Hepsi gelin bizde bozdurun
diyor. Biz de en iyi tarifeyi verende bozdururuz diyoruz. Tarife üçünde de
aynıymış, onun için öyle çırpınıp duruyormuş zavallılar. Biz de en şeker olan
çocuğu seçip bozdurduk!
Bu arada, çocuklardan nanni’nin mersi demek olduğuna
da öğrendik ve çıktık havaalanından.
Of dışarısı bir kalabalık, bir sıcak... Üstümüzde
birçok katını çıkartmamıza rağmen kışlık kıyafetler var... -1 derece olarak terk
ettiğimiz Paris’ten sonra, gece bile 30 derece civarında olan Kochi’deyiz!
İlk dikkatimi çeken mini etekli adamlar oldu. Uzun
peştamallarını ikiye katlayıp bellerinin altından düğüm yapıyorlar. Genelde
kullandıkları kumaş rengi beyaz olduğu için, görünüm çocuk bezi ile mini etek
arası bir şey. Bence hiç estetik değil, ama sıcakta çok rahat olmalı.
Bizi bekleyen arabaya bindik. Bir saat sonra, sabah
4.00’de otele vardık. Otel tropik bir ormanın içinde, nehir kenarındaki 6
bungalovdan oluşuyor. Sonradan çok seveceğimiz garsonlarımızdan Kanan gelip
bizi karşıladı. Gece yarısı ayaklarının çıplak olması dikkatimi çekti. Ay
çocuğun ayağına bir şey batacak diye korktum önümüzden valizlerle beraber
yürürken... Sonraki günlerde gördüm ki, bu diyarlarda neredeyse kimse ayakkabı
kullanmıyor!
Odaya vardığımızda ilk anladığımız Hintlilerle bizim
temizlik anlayışımız arasındaki fark oldu. Çarşaflar falan temiz ama banyo eski
ve pis. Sonradan anlayacağız ki, aslında temizlenmiş ama bizdeki gibi sabunla
ovma falan yok. Bir su döküyorlar sadece. Eski olduğu için de pis gibi
görünüyor. Havlu asılacak demirin yanı karıncalara ait(!) Yüzlerce karınca
durmadan çalışıyor. Kapının hemen arkasındaki duvarın içinde de karafatmaların
yuvası varmış, neyse ki onlarla iki gün sonra tanıştık!
Hadi uyuyalım bari, yarın gündüz gözüyle yerleşiriz
dedik. Saat 4.30 gibi gözlerimizi kapadık. Hemen sonra rüyamda Hintçe şarkılar
başladı... Ama hep aynı şarkı, sürekli tekrar... Öf be, ne sıkıcı rüya dedim ve
gözlerimi açtım. Meğerse rüya değilmiş! Sabahın beşinde uzaktan şarkı sesleri
geliyor! 5.30’da boooommm diye bir patlama! Ödümüz koptu, ikimiz birden kalkıp
oturduk yatağın içinde. Patlamalar devam edince anladık ki bunlar havai fişek.
Fakat sabahın köründe neden havai fişek ve şarkı türkü olduğunu anlayamadık.
Gözlerimizi kapatıp bitmesini bekledik ama bitmiyor... Kalktık, valizimizi
açtık, yerleştik. 7.00 gibi çıktık dışarı. Çok güzel bir yerdeyiz aslında.
Hindistan cevizi, muz ve daha başka tropik ağaçların arasında bir ada. Karşı
kıyı çok yakın. Üzerinde motor, araba ve insanları taşıyan sal gibi bir şeyle
karşıya geçiliyor.
Kahvaltıda dün akşamki gürültünün Katoliklerin dini
bir festivali olduğunu öğrendik. Neredeyse 24 saat sürüyormuş. İki gün sonra
bitecek dediler ama bitmedi, kaldığımız süre boyunca devam etti! Uykusu çok
hafif bir kadın olan ben geceleri 3-4 saatten fazla uyuyamadım 10 gün boyunca!
Öğleden sonra o meşhur sala binip karşı kıyıdaki
gösterileri seyretmeye gittik. Bakalım kimler yapıyormuş bu kadar gürültüyü?
Gece yarısı da devam etmese güzel aslında. Beni en çok
etkileyen renk cümbüşü oldu. Kadınların, çocukların kıyafetleri çok göz alıcı.
Birçok gösteri izledik. Bir yerde oturup çay içtik. Hindistan’da sütlü çaya
bizim gibi çay diyorlar. Aynı şekilde telaffuz ediliyor.
Akşam yemeklerimiz bir çardağın altında güler yüzlü
garsonlarımız Kanan ve Apu tarafından servis ediliyordu. Yemekler Kerala
spesiyalitelerinin vejetaryen versiyonuydu... Bazen sevdim, bazen aç kaldım.
Sabah kahvaltısında alışamadığım şey ise sıcak içeceklerin
kahvaltı bittikten sonra gelmesi oldu. Kahvaltıda sadece meyve suyu ve su
içiyorlar.
Sabah yoga seansımız saat 7.00’de başlıyordu. 6.00
gibi uyanıyorduk. 6.30 gibi zencefil ve limonlu sıcak suyumuzu içerken güneşin
doğuşunu seyrediyorduk... Gürültü yüzünden az uykulu gecelerden sonra bütün
bunlar biraz sürünerek oluyordu tabii, ama sonradan akılda kalan sadece güzel
anılar...
Hindistan’da şaşırdığım ve hiç hoşlanmadığım şey
erkeklerin bakışları oldu. 29 yaşına kadar Türkiye’de yaşamış, öküz gibi bakan
erkeğin ne demek olduğunu iyi bilen bir kadın olmama rağmen şok oldum! Ben
böyle şey görmedim! Aç ve korkutucu bakışlar...
Hindistan’a güzel deniz hayali kurarak gitmemekte de
fayda var. Bir defa çok sıcak, denize girip serinleyemiyorsun. Ayrıca, denizin
rengi gri! Bizim Fransızlar mutlu mesut yüzüp güneşlenirken ben biraz kumsalda
yürüyeyim dedim. O da pek mümkün değil. Çünkü bıçkın Hint delikanlıları tünemiş
her bir köşeye, hemen yanına gelip arkadaş olmak istiyorlar...
Hindistan’da en adrenalin yükseltici aktivitelerden
bir tanesi ulaşım! Önceleri çığlık atıyordum, sonra yola bakmamaya karar
verdim. Bir defa, trafik İngiliz usulü, ters taraftan. İngiltere’de de biraz
tedirgin olurum ama korkmam. Çünkü herkes kurallara uyar. Burada kural yok!
Kimin hangi taraftan gittiği belli değil! Yolda her türlü motorlu araç, hayvan,
insan, herkes kafasına göre takılıyor. Sürekli bir korna çalma hali. Dıt dıt
dıt, ben geliyorum, çekiliiiinnnn. Frene basmak yerine klakson çalıyorlar.
Genelde kısa mesafelerde Tuc Tuc denilen araçlar
kullanıyor. Önünde motor olan küçük fayton gibi. Arkasında üç kişilik bir
oturma kısmı var. Ama o üç kişilik yere on tane ilkokul çocuğunun
sığdığını da gördük! Okul çıkışında bir çeşit servis olarak kullanılmıştı!
Bizim otele en yakın kasabamsı yer Chendamangalam’dı.
Toz, toprak, Mahmutpaşa tarzı dükkanlar... Ben sadece bir defa gittim. O
gidişimde de çok zor bir karşıdan karşıya geçme tecrübesi yaşadım. Bir süre
geçemedim. İki şeritlik yol altı şerit olmuş ve her taraftan bir şeyler
geliyor! Hintli bir adam acıdı, beraber geçtik. Gerçi kimse durmadı, şansına
ezilmedik! Türkiye’de Allah koruyor deriz ya, orada da öyle. Allah fazla mesai
yapıyor! Çok dindarlar zaten. Ve çok farklı dinler yan yana, huzur içinde
yaşıyor. Hıristiyan kilisesi, Budist tapınağı, Cami, Sinagog... hepsi yan yana.
Saygı ve hoşgörü ile...
Ah en tatlısını unutuyordum! Cevap verirken evet
anlamında bir kafa sallayışları var, görmek lazım. Kafa yukarıdan aşağıya
doğru, aynı zamanda sağa ve sola doğru göbek atar gibi sallanıyor. Bütün bunlar
aynı anda nasıl oluyor anlamak mümkün değil ama oluyor işte ve çok şeker!
Bizim otelimizin üzerinde bulunduğu Big Banana Island
ve onu çevreleyen
backwaters denilen sularda yaptığımız tekne gezisi en
güzel anılardan biriydi. Gerçekten çok güzel ve dingin... İşte o gezi
tamamen huzur vericiydi. Yollarda klakson çalan gürültücülerle buralarda
yaşayanlar aynı insanlar değil sanki... Zıtlık şaşırtıcı, Kaos ve dinginlik bir
arada...
Bana gitmeden ya çok seversin, ya da nefret edersin
demişlerdi. Bende bir gariplik var herhalde, öyle olmadı. Ne çok bayıldım ne de
nefret ettim. Ama sevdim, yine giderim!
Orada her gün söylediğimiz bu mantra da size gelsin:
"Om Lokah Samastah Sukhino Bhavantu".
“Evrendeki bütün varlıklar mutlu olsun”
Paris, 1 mart 2015