45'lik



Lisede çok ilginç bir psikoloji hocamız vardı. Aklında hiçbir şeyi tutamayan ben bile kadının tipini ve anlattıklarının çoğunu hatırlıyorum.
Dış görünüşünü unutmam mümkün değil zaten, karanlıkta görsen korkabileceğin kadar çirkin ve aynı zamanda da korkunç bakışları olan bir kadındı... Genellikle bir hikâye anlatırken tavana bakardı.
Bana o zamanlar “çok yaşlı” gibi gelirdi ama en fazla 45 olmalıydı. En azından o günkü hikâyesinin kahramanı olan arkadaşı 45 yaşındaydı.
Arkadaşının sokakta bir adamın ilgisinden ne kadar hoşlandığını ve bunu kendisine nasıl ballandıra ballandıra anlattığını bize komik bir şekilde tasvir etmiş ve bu yaştaki kişilerde başlayan yaşlanma korkusu ve yaş krizini açıklamıştı.

Ben 80’li yıllardaki bu psikoloji dersini çoktan unutmuştum... Paris sokaklarında tek başıma gezindiğim o güne kadar.
Kaldırımda normal normal yürüyordum. Güzel giyinmiş falan değilim, jean, t-shirt, spor ayakkabı. Yanımdan geçen motosikletli genç çocuk arkasını dönüp baktı. Sonra bir daha döndüp baktı, düşüyordu az daha. Arkama baktım bir gariplik mi var diye, yoo hiçbir şey yok. Anladım ki beğendiği için bakıyor biraz sıksam çocuğum olabilecek genç çocuk. Tamam komiğime gitti, ama itiraf ediyorum ki pek hoşuma gitti! “Bak kızım Ayşe yaş 45 ama hâlâ 25’lik çocuklar bakıyor sana” dedim kendi kendime.
Ve o anda anladım ki, yaşlanmaya başlıyorum! Çünkü eskiden bana bakanı fark bile etmezdim, umrumda olmazdı, bakarlardı, normaldi, bana neydi..
Şimdi ise “Madame” yerine “Mademoiselle” dedikleri zaman, yaşımdan 15 yaş daha küçük olduğumu düşündükleri zaman, eskisi gibi değil, daha bir sevindirik oluyorum(!)

Yaşlanma korkusu başlıyor yavaştan 45’lik olunca. Kimse atmasın “yooo ben öyle şeylere kafayı takmam” demesin. Bir şekilde hepimiz takıyoruz işte.  Erkeklerin göbeklerini içeri çekip, hayatında spor yapmamış olanların bile spora başladığı, doktorların “cıs”lara dikkat etmezseniz kalp krizinden gidiverirsiniz diye uyardığı yaştayız.

Eskiden yolun yarısı 35’miş, şimdilerde ise 45. Bundan sonrası geri sayım. “Yapmak istediklerimizi çabuk çabuk yapmalıyız, zamanımız daralıyor” sendromundayız hepimiz.
Bikininin en küçüğünden alayım, kaç yıl daha giyebileceğim meçhul...
Uzun saç bir yaştan sonra yakışmıyor, son uzun saçlı yıllarımın keyfini çıkartayım... Ne çok görmediğim ülke var, gezeyim, göreyim... İki elim kanda olsa arkadaş toplantısına gideyim... Bu güzel geceden bir tane daha olmaz, boşver uykusuzluktan öleyim... diyerek her şeyi dibine kadar yaşamak sevdasında olduğumuz yıllardayız.

Duygusallığın tavan yaptığı bir dönemdeyiz üstelik. O göz yaşları hep akmak üzere bekliyor orada nedense. Sevindin hüngür, üzüldün hüngür, gurur duydun hüngür. Gözler hep buğulu...

Sevdiğimizi artık hiç çekinmeden, her fırsatta söylüyoruz. Sadece aşkımıza, ailemize değil, arkadaşlarımıza da... Düşünün bir, eskiden bu kadar kolay “seni seviyorum”, “iyi ki varsın” diyebilir miydiniz?

Sizi bilmem ama ben gittikçe daha fazla anneme benzemeye başlıyorum. Hem de sadece beğendiğim taraflarıyla değil, eleştirdiğim taraflarıyla (!)

Bir de, iyi ki digital fotoğraf makinalarını icat ettiler. Çek çek sil. Fotoğraflarının yarısını beğenmiyor insan bu yaşta.

Yani 40’dan 45’e bir takım şeyler değişti benim için. Fakat değişmeyen bir tek şey var. Hayatı ve kendimi ciddiye almaktan çoktan vazgeçtim, her fırsatta “amaaan boşver, bu da geçer” deyip, dostlarımla eğlenmeye devam ediyorum. Bu yazın hit şarkısı gibi : “Alors on danse!” Hayattaki bütün sıkıntılara rağmen dans etmeye devam!

Paris, 24 eylül 2010 

Sırf resim çektirmek için 45'lik'e bile gidiyorsun bu yaşta(!)


Popular posts from this blog

Ildır'ın suçu ne?

Susarak anlaşmak…

Uslanma hiç hep deli kal!